29 Aralık 2011 Perşembe

Selimiye

19.08.2011

Yazın zirve yaptığı bugünlerde adı bilindik her yerde, aynı güruh her gün aynı yerlere sürüklenip, şehirsel alışkanlıklarını ve kollektif yaşam geçirme aktivitesini idame ettirirken yeter diyesi gelir insanın; çok üstüme geliyorsunuz. İşte öyle zamanlardan birinde biz de kaçıp, listemizde olup da bugüne kadar henüz görmediğimiz yerlerden biri olan Selimiye yoluna düşüyoruz. 

Daha önce hem karadan hem de denizden, Hayıtbükü ve Knidos'a kadar birçok yerini gördüğümüz Datça Yarımadası, kuzeyinde Gökova güneyinde Hisarönü Körfezleri ve sayısız koyları ile Türkiye'nin en güzel köşelerinden biridir, belki de en güzeli. Marmaris'ten sonra yol dağlardan ve mis kokulu çam ormanlarının arasından kıvrılarak devam eder. Ve her viraj heyecan vericidir, ki arkasında ya muhteşem bir Ege veya Akdeniz manzarası, ya da kendi ürettikleri çeşitli tatlardaki balları sıcak tandır ekmeği ve tereyağı ile tattıran köylülerin yaşadığı, üç beş evden oluşmuş köy bile denemeyecek kadar küçük yerleşimler görürsünüz. İşte bu dar, virajlı ve uzun süren yollar biz safa pezevenklerini, güzel şeyleri taktir etmeyi bilen ve arayıp bulan insanları çekerken, bu yeryüzü cennetini yok edici kitlelerin istilasından koruyup bir çok yere kıyasla bakir kalmasını sağlamıştır. Ancak bu gidişimizde, Marmaris yakınında yolda karşımıza çıkan canavar makineleri ve yol çalışmalarını görünce kan beynimize sıçradı bir anda, zaten vakit akşamı geçmiş ve hala ilk rakımızı içmemişiz; bütün güzel duygularımızı ve Marmaris'ten ötedeki yola dokunmamaları konusundaki dileklerimizi dağarcığımızdaki en özel kelimelerle ifade edip yolumuza devam ediyoruz. 

Selimiye'ye gelen herkes böyle mi hissetti bilmiyoruz tabii ama masallardaki gibi bir büyülü kapıdan başka bir boyuta geçmiş gibiyiz biz. Tartışmasız olarak karada gördüğümüz en müstesna yer burası. Önüne ne sıfat koysak, arkasındaki cümleyi nasıl bağlamaya çalışsak da burada hissettiğimiz huzuru tarif edemiyoruz. Bütün insanlar bir yana, ağaçlardaki kuşlarından sokaktaki kedi köpeğine kadar herkes gizli bir anlaşmanın tarafıymış gibi, en ufak bir gürültü yok, söylenenleri anlıyorsunuz ama sesleri duymuyorsunuz adeta, müziği bile kulağınızla değil sadece yüreğinizle duyuyorsunuz burada. Selimiye'de zaman duruyor bizim için.

İlk şaşkınlığımızı atıp otelimize yerleştikten sonra yemek için yer ayırttığımız Girit Restaurant'a gidiyoruz. Burası aslında aynı zamanda 4 odası olan bir pansiyon, ancak çok önceden ayırtmazsanız yaz sezonunda oda bulmak imkansız gibi birşey. Deniz kenarında beyaz kireç boyalı, çivit mavisi pencere ve kapı çerçeveleri ve bahçede begonviller altındaki ahşap masalarıyla iç ısıtıcı bir atmosfere sahip. Bir çok zaman olduğu gibi ilk gelenler biziz ve hala masaları hazırlamaktalar akşam için, deniz kenarındaki bir masayı hemen bizim için hazırlayıp ilk 35'liğimizi getiriyorlar. Oturduğumuz masanın hemen önünde tonoza bağlı tekneler var, ki bunlardan ikisi de pansiyona ait ve bunlarla yelken eğitimi ve kiralama hizmeti de veriyorlar isteyene, rüya gibi bir yer. İşletmeci Merih ve mutfakta leziz meze ve sıcakları hazırlayan sevgili eşi evimizde gibi hissettiriyorlar bize kendimizi. Selimiye'deki her 3 akşamımızı da burada geçiriyoruz. Kalabalık artıp da yoğunlaştığında ufak isteklerimiz için rahatsız bile etmiyoruz artık kimseyi, mutfağa girip fırından yeni çıkmış ekmeği kendimiz dilimliyoruz ya da buzumuzu kendimiz dolduruyoruz. Yediğimiz mezeler, ahtapot ya da balık için söyleyecek bir söz ya da bir yorum yok, gerek de yok aslen, zira burada tattığımız bütünlüğü kelimelerle ifade etmeye çalışmak dahi sadece yaşanabilecek bir güzelliğe ihanet gibi geliyor.

20.08.2011

Ertesi gün en mutlu sabahlarımızdan birine uyanıp otelimizin önünde biraz yüzdükten sonra güneydeki Bozburun körfezini keşfetmeye karar verip yola çıkıyoruz. Kıvrılan yollar bizi kekik kokularının arasından Bozburun'a ulaştırıyor. Burası gulet yapımıyla ünlü 2500-3000 nüfuslu büyükçe bir kasaba, sakin ve şirin olmakla birlikte pek bize hitap eden bir yer değil. Biz de fazla durmayıp biraz dolaştıktan sonra asıl hedefimiz olan Söğütköy'e çeviriyoruz yönümüzü.

Söğütköy aslında yüksekçe bir tepenin üzerine kurulmuş bir köy, fakat yaklaşık 4 km. dar bir yoldan ulaşılabilen ve iskelesinin de bulunduğu kıyı mahallesi bizim asıl gitmek istediğimiz yer. Vakit öğlene yaklaşırken methini çok duyduğumuz Ahtapotçu Mehmet Usta'yı buluyoruz. Kendisi ahtapot, kalamar ve balık ustası aşmış bir adam! Mekan küçük ama salaş ve bizce kusursuz. Bahçedeki ağacın altındaki birkaç tahta masadan birine kurulup öğlen rakımızı, peynir ve mezelerimizi söylüyoruz. Arkadaki bahçede yetişmiş domates ve salatalık ise ayrı bir lezzet. Ve tabii olmazsa olmazı Mehmet Usta'ya özgü 'lokum' da bir süre sonra masamızdaki yerini alıyor, ve adının hakkını verircesine adeta eriyor insanın ağzında. Hiç alışık olmadığımız tarzda hazırlanmış bir ahtapot yemeği; uzun süre haşlanıp hafif ızgara edilmiş, bol zeytinyağının içinde yeşil soğanla servis ediliyor, yumuşacık ve çok lezzetli. 


Masada tabakların altına konan kağıtlarda yazan aşağıdaki dizelerden ahtapotumuzun hikayesini de öğreniyoruz;
----------------
üçüncü günüydü o alışılmadık meltemin!...
nefes aldırmıyor, gece dahil saklandığı delikten burnunu çıkartmasına da izin vermiyordu
söğüt yapımı piyade 'derbeder'in...
ne ağ atmak mümkündü ne de 'bırakma'ları yerlerine yerleştirmek
işin kötüsü, akşama döneceğini düşünerek çıktığı bu gündelik balık avı uzadıkça erzak da tükeniyordu...
az su, az da ekmek kalmıştı azık...
tam da o sırada, sığındığı daracık girintinin dibinde bir karaltı çarptı gözüne mehmet'in
yakından bakınca tanıdı; koca bir ahtapottu kayaya yayılan...
eh, mehmet sonunda ölümlü bir canlıydı ve saint pierre'e özenemeyecek kadar da açtı
çoluk çocuğu keza, daldı, yakaladı ahtapotu sırtından ve hemen ters çevirdi...
şükrederek temizledi, yarısını ekmek bekleyen çoluk çocuğa ayırdı, kalanını pişirmeye hazır hale getirdi...
hemen arkasındaki kayalıktan sıçrayarak karaya çıktı ve dağdan bolca lezzet verici otlar, kara kekik, adaçayı topladı...
onlarla tatlandırdı tanrı'nın o nimeti ahtapotu, kayıkta kalan az sızma zeytinyağını da kullanarak..

işte bugün yediğiniz ahtapota ilişkin reçete böyle doğdu...
bin kere nimet bahşedene...

--------------------

Nevi şahsına münhasır bir insan Mehmet Usta; yaşadıklarının ve sevdiği bir işi yapıyor olmanın huzurunu yaşadığı hissediliyor yüzüne baktığında. Gözü denizde bütün gün o ağacın altında oturuyor, mutfakta olduğu zamanlar hariç, çayı ve sigarası hiç eksik olmuyor. İki sene önce bırakmak zorunda kalmış çok sevdiği rakıyı, sağlık sebeplerinden ötürü. 'İlk defa' diyor bir ara bize dönerek, 'keşke oturup bir duble içebilsem dedim sizi görünce, o kadar güzel, o kadar keyifli içiyorsunuz ki imrendim. Allah bozmasın.' Ne denir ki bu söze?
Yine görüşebilme umuduyla vedalaşıp ayrılıyoruz Mehmet Usta'dan. Rakı, huzur, mutluluk rehavetiyle bir iki saat uyuduktan sonra otelimizin plajında akşam gün batarken yeniden başlıyoruz rakı keyfimize. Balıktan dönen kayıkların pancar motorları ve uzaktaki camiden gelen ezan sesi koyda yankılanarak büyüleyici bir fasıla dönüşürken, en keyifli muhabbetlerimizden birini edip, devam etmek üzere Girit Pansiyon yolunu tutuyoruz.

Ertesi günü de gayet keyifli bir tekne turunda geçirip son akşam yemeği için değişmez yerimize gidiyor ve dostlarımızla vedalaşıyoruz. Rüya gibi bir zamanın daha sonuna geldik, nicelerini yaşamak dileğiyle. Sevdiğinizi yanınıza alıp Selimiye'ye gidin mutlaka bir gün, yaşamazsanız çok şey kaçıracağınız bir tecrübe. Burada mutlu olmayanı dövüyorlar yalnız, haberiniz ola!



'The fishermen know that the sea is dangerous and the storm terrible, but they have never found these dangers sufficient reason for remaining ashore.'

Vincent Van Gogh

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder