17 Mayıs 2013 Cuma


Symi

Symi, biraz daha büyükçe olsa da bize Meis’i hatırlatan bir tarza sahip, ve geçirdiğimiz iki gündeki yaşadıklarımızdan ötürü de bizde özel bir yeri var..



Buzlu Beyaz'ımızı zinciri oldukça uzun bırakarak kıçtan karaya bağlıyoruz. Burada taban çamur olup iyi demir tutmakla birlikte, oldukça derin olduğu için zinciri uzun tutmakta fayda var.


Nereye gideceğinizden ziyade nereye gitmemeniz gerektiğini, en azından bizim fikrimizce, söyleyebiliriz ki zaten büyük ihtimalle birçok yazı ve blogda da okumuşsunuzdur; Manos’tan uzak durun, hemen yanındaki Aris de zaten farklı isimle aynı kişiler tarafından işletiliyor. Ve özellikle Türk turistler tarafından son yıllarda kazandığı popülerliği, en amiyane tabirle kocaman bir kazığa çevirmiş. Ufak bir biraya 5 Euro’dan fazla istemeleri bir nebze sineye çekilebilse de, bir rizottoya 70 Euro dediklerinde gerçekten artık sadece gülebiliyoruz! Yemiyoruz tabii canım, İtalya’da bile ve burasıyla tartışılmayacak lezzet ve mekanda yediğimizde bile üçte birini verdik biz bu paranın.



Onun dışında, birçok yerde fiyatlar belli bir ortalamada; yemek ucuz değil Symi’de ama içki bizdekine göre çok farklı. Mezeler her yerde 5 Euro seviyesinde, et yemekleri de 15 Euro’dan aşağı değil. Deniz ürünleri ise, ki her seferinde bizdeki gibi lezzetli olmadığı sonucuna varıyoruz, meze şeklinde olanlar 10 Euro, ana yemekler ise 15 Euro’dan başlıyor.

Ama bizim için çok ayrı bir yeri olan ve, belki de çok şükür, adını hatırlamadığımız küçük bir yer keşfettik sokak arasında. Evlerin arasında boş bir arsaya 4 tane masa atılmış, yaşlıca bir adamın kendi başına işletip hem garsonluk hem aşçılık yaptığı, 8 mezelik menünün 15 Euro’ya satıldığı komşunun mutfağı gibi bir yer.
Şöyle görünüyor;



İlk gördüğümüzde, içeride çalan rembetikoya kendi başına dans eden beyaz saçlı tatlı bir adam var içeride.. Zaten Ege ezgileri çok da farklı değil iki yakada, bizde de işin açığı biraz rakı dolaşmakta damarlarda, baktık ki adam bildiğin çökertme oynuyor, hiçbir şey söylemeden eşlik etmeye başlıyoruz; kah kalçamıza çekiyoruz topuğumuzu, kah yere vuruyoruz dizimizi. Her iki taraftan birisi sular seller gibi Türkçe ya da Yunanca konuşabilse bu kadar iyi anlaşamazdık. Eski bir denizciymiş, sonradan öğreniyoruz, her ikimizin yarım İspanyolcasıyla anlaşabildiğimiz kadar anlıyoruz ki 25 sene Panama’da kanalda pilot kaptanlık yapmış.. Burada çilingir sofrası vazifesi bittikten sonra değişik neresi var diye aramaya çıkıyoruz, ancak taverna tarzı yerlerden çok farklı bir şey yok Symi’de. Bir tek Vapori Bar var, ve kokteylleri de oldukça iyi ve fiyatlar makul denilebilir. 8-10 Euro aralığında çok geniş bir listeden istediğiniz kokteyli içebilirsiniz, servis ve insanların güler yüzlülüğü de gayet tatmin edici.

Gecenin ilerleyen saatlerinde de adanın, yazımı yanlış olabilir ama, Horio ya da Horios denilen dağın tepesindeki bölgesinde Jean&Tonic isimli bir bara gidiyoruz. Burası da yerel bir özellik taşımaktan uzak, daha ziyade Symi’de yaşayan ya da ziyaret eden yabancıların takıldığı bir yer görünümünde. Sahibi 25 senedir burada yaşayan bir İngiliz kadın, barmen de o kadar olmasa da bayağı bir zaman önce buraya yerleşmiş bir Alman kadın.

Ha tabii bir de rakı alışverişi var Symi’de. Türkiye’de vergilerden dolayı 85 liraya filan aldığımız litrelik rakı burada sadece 17 Euro, yani yaklaşık 40 lira. Kaldı ki bu pahalanmış hali, bir iki sene öncesine kadar 9-10 Euro’dan satılırmış kendileri ancak bizim Türkler bunu keşfedip sürüler halinde ve kolilerle almaya başlayınca uyanmış tabii Yunan halkı ve kapitalizm yolunu almış. Biz de yine de şikayet etmeyip bir düzine aile büyüğünü teknede korumaya alıp güzel bir sabahta Symi’ye veda ediyoruz. Bakalım rüzgar bizi bugün nereye götürecek…  

  
  

15 Mayıs 2013 Çarşamba


Datça – Symi

Datça’da uyandığımızda hava farkını iyice belli ediyor; son iki günün soğuk, fırtınalı ve ısırgan havası gitmiş, yerine sabah şafakta bile yumuşak, insanı üşütmeyen yaz havası gelmiş. E nihayet diyoruz.

Her şey güzel bir güne işaret ediyor, her ne kadar bizim olduğumuz yerde aksilik büyük harfle yazılsa da. 

Yolumuz zaten çok uzun değil, Datça’dan saat 8.30 gibi çıkıyoruz, hafif motor seyriyle ve inanması zor da olsa olaysız olarak, saat 11 gibi Symi’ye girip iskeleye bağlandıktan sonra gümrük vs . formaliteleri tamamlayıp, birkaç yeri de inceledikten sonra bize en çok hitap eden ‘O Meraklis’ tavernaya oturuyoruz. 



Bunun yanında bir yer açma imkanınız olsa adını ne koyardınız yorumlarını lütfen kendinize saklayın, insanın başına neler geliyor!

Elbette ki Ouzo - Rakı eğrisindeki güç dengesi tartışılmaz, o sebeple biz de 50’lik Erikli şişesinde rakımızı yanımızda getirmişiz ve komşunun kendine has mezelerinin tadını çıkarıyoruz şu anda.
Neyse şimdilik buradayız, daha saat de erken. Yarın Symi ile ilgili daha uzun bir yazı okuma şansınız olabilir.

Knidos – Datça

Sabah 4’e gelirken, gök gürültüsü ve şimşek çakmalarıyla uyandık Knidos’ta. Bir önceki günün anıları hala tazeyken iskelede ve güvende olduğumuzu anlayıp rahatlamamız biraz zaman aldı. Ardından, belli ki gelecek olan tufana karşı her önlemimizi aldık ve yeniden uzandık.

Lakin uyumak mümkün değil; bir önceki akşam zaten çok erken yatıp uykumuzu almışız, eeee bir de yine tepemizde gürleyen gök ve parlayan şimşekler uyumamıza  izin vermiyor. Alacakaranlık, bir de üstüne fırtına bulutları ve yağmur ekleniyor. Biz teknemizde yağmurun tepemizde çaldığı besteyi huşu içinde dinlerken bakışlarımız kesişiyor, ve biliyoruz ki ikimizin de aklından aynı şey geçiyor; böyle bir hava, böyle bir ortam ne saat dinler ne gün, yapacak bir şey yok. Ben sessizce kalkıp dolaptaki karpuzun kalan yarısını dilimlerken, sevgilim deniz kızım da iki rakı bardağı çıkarıp dolduruyor. Sabah saat 05.30, günaydın evren, günaydın aşk, günaydın Buzlu Beyaz.





Biz ikişer kadeh devirip, en güzel sabahlarımızdan birini geçirirken yağmurun resitali de yavaş yavaş yerini sessizliğe ve günün aydınlığına bırakıyor. Biz de ufaktan yola çıkmaya hazırlanıyoruz. Bir sonraki hedef Symi. Bir önceki akşam, Knidos’ta açıktan mazot satan birinden 10 litre mazot almıştık, teklif edilen 15 litreye hayır dedik, ki yarın zaten Yunanistan’da olacağız ve ucuza doldururuz depoyu diye. E mevcut mazotu da ince hesapla yeter diye düşündük, biraz rüzgar da olur sonuçta yani dedik ama demez olaydık…

Öyle olmuyor işte, evdeki hesap denize uymuyor; tam Symi önlerindeyken motor ruhunu teslim ediyor. Bunu buraya yazabilmemizi az görmeyin, zira çok utanç verici bir durum. Sen mümkün olan her mevsim ve hava şartında tekneni gideceği yere sağ salim götür, sonra da boktan 5 litre mazot için denizde kal, yani yok böyle bir şey.

Neyse, birkaç gün önce dinlediğiniz hikayede olduğu gibi, gene yelkenle motorsuz bir halde, bu sefer Datça’ya giriyoruz. Symi nispeten daha yakın ama, bu şartlarda memlekette olmanın daha iyi olacağına karar veriyoruz.

Detaylar bir yana, Datça’ya girip mazot aldıktan ve tekneyi güvenli bir şekilde Belediye İskelesi’ne bağladıktan sonra, ki burada geceliğine 39 Lira alıyorlar 10 metreye kadar olan tekneler için, elektrik ve su hariç, biraz sinirli belki, biraz da hayal kırıklığına uğramış ama yine de daha önceki her aksilik ya da planlanmamış aksiyonun sonuçlarını hatırlayarak, bakalım bu bize neyi gösterecek, Poseidon’un aklında ne vardı diyerek Datça’yı keşfe başlıyoruz. Zaten güzel bir yer, öyle olmasa Can Baba burada yaşayıp ölmezdi. Bir de ilk defa geliyoruz denebilir, denizden en azından, burayı da listeye ekleyebiliriz. O zaman sorun yok, bakalım Datçalılar rakıyı nerede içiyorlar??
Asıl rakı-balık mekanlarının Datça’nın güneybatısındaki Kargı Koyu’nda olduğu yönündeki duyumlarımıza rağmen, biraz da mecburiyetten merkezdeki imkanları test etmeye başlıyoruz. Liman civarındaki yerleri, huyumuz olduğu üzere, çok dilli menüleri ve turist merkezli anlayışları nedeniyle arkamızda bırakıp daha içeriye doğru giriyoruz.

Biraz dolaştıktan sonra, Kuzey Koyu’nda ki sanırım Kumluk Plajı diyorlar buraya, Hüsnü’nün Yeri’nde karar kılıyoruz. Masalar neredeyse denizin içerisinde (bkz. Ada balık, Fethi’nin Yeri), mavi beyaz örtüleri, salaş atmosferi ve güler yüzlü garsonlarıyla zaten kendini belli ediyor. 

                                           


Akşamı orada geçiriyoruz, yemekleri ve fiyatları gayet makul. Oldukça serin bir Datça akşamını orada geçirip erkenden teknemize gidip uyuduk. Bakalım yarın bizi neler bekliyor??!!


13 Mayıs 2013 Pazartesi

Okluk - Knidos


Okluk – Knidos
Okluk’tan henüz kuşların bile uyanmadığı ve inanılmaz bir huzurun hüküm sürdüğü, aydınlık , pırıl pırıl muhteşem bir sabahta ayrıldık. Bir sonraki hedefimiz olan Knidos, yaklaşık 45 mil mesafede ve 7-8 saatte varabilmeyi planlıyoruz.
İlk iki saat kadar sabah durgunluğundaki denizde motorla yol aldıktan sonra, hafif bir rüzgar yanaklarımızı okşamaya başlıyor. Çok geçmeden de tam beklediğimiz şiddet ve yönde esmeye başlayınca yelkenlerimizi açıp dalgaların üstünde kaymaya başlıyoruz. Yazın kalabalık zamanda İzmir – Çeşme otoyolunu andırmayan Gökova Körfezi, birkaç mil açığımızdan geçen nadir bir ya da iki tekne dışında tamamen bize ait gibi. Denizin kendi güzelliği ve azameti bir yana, bugün güneş ve bulutların dağların doruklarında sergilediği ışık oyunları ayrı bir güzellik katıyor resme. Biz de bu yücelik karşısında şükranlarımızı ifade ederek kadeh kaldırmamayı günah addediyor ve kahvaltımızı vişne ve elma sularına katılmış votka esansıyla yapıyoruz.
Birkaç saat böyle keyif ve hızla yol aldıktan sonra, garip bir şekilde rüzgar kesiliyor, aynı anda denizdeki hafif de olsa var olan dalgalar da yerini ayna gibi bir düzlüğe bırakıyor. İçimizden geçen malumu ifadeye zaman bile kalmadan, kuzeyimizde Çökertme ile Bodrum arasında bir yere gökten inen ışık sütunu ve arkasından gelen kulakları sağır edici gök gürültüsü bizi az çok neyin beklediğini belli ediyor. Rüzgarın bile varlığıyla yokluğu belli değilken bir gün önceki bütün hava durumu raporlarında, böyle bir şey şaşırtıyor tabii ancak Poseidon işte; sağı solu belli olmaz ki, hazırlıklı olacaksın.
Telaşa mahal yok; önce cenovayı indiriyoruz ve yarım yelkenle artık kendini iyice hissettirmeye başlayan rüzgarda, kabaran dalgaların üzerinde yol alıyoruz. Umudumuz kuzeydeki hava bizi yakalamadan kaçabilmek, ama doğayla yarışılmıyor tabii!
Yüce gücü daha fazla kızdırmayıp teslim olduğumuzu belirtmek için motoru çalıştırıp ana yelkeni de indiriyoruz, ve arkasından bir dakika bile geçmiyor ki;
Biraz evvel kerteriz aldığımız yaklaşık bir mil açığımızdaki ada gözden kayboluyor, bir anlık şaşkınlıktan sonra iskele tarafına çeviriyoruz başımızı, güneyde bütün heybetiyle yönümüzü gösteren dağları görmek için, ama yok…Herşey sanki bir hayal ürünü… Hayatımızda ilk defa böyle bir şeye şahit oluyoruz. Bugüne kadar gördük dediğiniz bütün sağanakları, karanlıkları unutun. Ürkütücü olduğu kadar da büyüleyici muhteşem bir fenomen. Çevremizde yaklaşık 5 metre çapında bir alan dışında hiçbir şey yok, ya da var ama biz göremiyoruz,  bütün gezegen sadece bu alandan ibaret şu an. Ve sonra, en fazla başımızın birkaç metre üzerinde gibi gelen bir yerde gök gürlüyor, ardından gelen yağışı tarif etmek mümkün değil. Saniyeler içerisinde ne bizim ne de teknenin ıslanmadık yeri kalmıyor. Bir yandan da gidiyoruz pusula yardımıyla ama tam olarak nereye gittiğimizi kestiremeden. Önümüzde bir ışık perdesi var ama arkası nedir bilemiyoruz artık, dünyanın sonu bir kara delik de olabilir, bir kaya parçası da. Hızımızı mümkün olduğunca düşürüyoruz ki, bir terslik olduğunda manevra şansımız olsun diye.
Bu esnada yağmur da devam ediyor. Sanki her gök gürültüsü gizli bir komut ve yukarıda binlerce melek ellerindeki kovaları aynı anda üstümüze boşaltıyorlar. Dalgaların şiddeti aslında şu anda en son kaygımız çünkü daha fenasını da görmüştük, ama bu kör seyir insanın başını döndürüyor. En az yarım saat böyle tetikte ve gergin mücadele ettikten sonra yağmurun şiddeti biraz da olsa azalıyor ve ufukta dağların silueti görünmeye başlıyor.
Sütliman olmasa da son bir saatte yaşadıklarımıza göre lafı edilmeyecek şartlarda yaklaşık iki saat daha yolla, yorgun ver ıslak bir şekilde Knidos’a giriyoruz. Vakt-i keraatimizi bu kadar geçmişken rakıya ne kadar susadığımızdan bahsetmiyoruz bile…
Zaten tek restoran var burada , iskelesine bordadan yanaşıyoruz. Tonoz yok burada ama demir atmaya da gerek yok. Islanmış olan her şeyi kurumaya serip, kendimizi restorana atıyor ve buzlu beyazımızı söylüyoruz; şükür bugün de kavuştuk…

11 Mayıs 2013 Cumartesi

2013 yazı ilk macera


Ve köyümüzden ayrılışımız bayağı bir maceralı başladı….

Dün akşam hava kararmaya yakın köye geldik, niyetimiz sabah erken çıkıp havanın izin verdiği ölçüde belli yerlerde durarak bir hafta sonra Göcek’e varmaktı…..

Akşamı Melek Abla ve gelini Sabahat’in hazırladığı yine tarifsiz güzel meze ve yemeklerin yanı sıra sevgili Halit Ağabey’in eşliğinde Çardak Restaurant’ta geçirdik. Sabah mazot, su ve buz ikmalini yaparak bir sonraki durağımız olan Yedi Adalar’a doğru yola çıkmaya hazırlandık.

Fakat heyhat! Motor çalışmak istemiyor; daha geçen hafta çalışmıştı.. yaklaşık bir saat uğraştan ve her şeyi denedikten sonra pes edip motorcu Mehmet Usta’ya telefon ettik, yaklaşık bir saat sonra gelebileceğini söyledi. Ben de o sırada” acaba” diye tekrar denedim ve seninki çalıştı, inanır mısın?!!!

Neyse, ustayı aradık, ‘sorun yok, herhalde epeydir çalışmadığı ve soğuk olduğu için vs. sorun çıkarmıştır, bir kere çalıştıysa artık sıkıntı olmaz’ sözü üzerine demirimizi çekip Karacasöğüt’ e iki ay sonra “görüşürüz” diye veda ederek yola koyulduk.

İlk yarım saati, hem motor biraz ısınıp kendine gelsin hem de aküler tam dolsun diye motor seyriyle geçirdik. Bu arada bayağı da rüzgar var aslında, ve bizim dışımızdaki bütün tekneler yelkenle yol almakta. Büyük ihtimalle, benim normalde motor seyrinde gördüğüm teknelere ettiğim küfürü ediyorlar;”bu havada yelken basmayacaksan motoryat alsaydın puşt!”.

Biz de bunları bir 10 dakika daha sineye çekip açıyoruz kanatlarını kızımızın; önce cenova ardından ana yelken camadanda, yaklaşık 7 aylık ayrılığın ardından Leyla ile Mecnun’u kıskandırırcasına kucaklaşıyor kızımız deniz ve rüzgarla…..

Yaklaşık 2 saat boyunca tam kafadan gelen rüzgara karşı tramolalarla yol alırken, rüzgarın fırtınaya, kuzucukların duvarlara dönüşmeye başlaması üzerine macera için değil keyif için burada olduğumuzu kendimize hatırlatıp, yakındaki İngiliz Limanı nam-ı diğer Okluk Koyu’na yöneliyoruz…

Koyun girişine vardığımızda yelkenleri indirmeden önce motoru çalıştırmak için marşa basıyorum, tık yok!! Tövbe tövbe, bir besmele bir daha basıyorum, yine tık yok, eüzü... Denizde başımıza gelmesini isteyeceğim en son şeylerden birini yaşamaktayız.. ‘Sakin ol’ diyorum yol arkadaşıma, ve o dümene geçiyor ben ana yelkeni indirirken.. Ardından cenovayı da biraz daha küçültüp, İngiliz Limanı’nın dar yollarında bütün denizcilik hünerlerimizi teste tabii tutuyoruz.. Ve tabii bu arada telsiz telefon ne varsa herkesi arayıp,” motorsuz serseri bir mayın gelmekte, iskelede hazırlıklı olsunlar “diyoruz.

Nitekim, bir yarım saat sonra, denizden gelindiğinde ilk sırada olan Denizkızı Kaptan restaurant iskelesine, santimetre inceliğinde bir beceriyle ama hızımızı biraz yanlış hesaplayarak yanaşıyoruz; daha doğrusu biraz üstüne çıkıyoruz iskelenin!! Allahtan ciddi bir şey yok, boyada hafif çizilme sadece.

Ustayı arayıp saygılarımı ifade ettikten sonra bir an evvel gelmesini rica ediyorum, ama oldukça uzak bir yerde başka teknede olduğundan en az 2-3 saat süreceğini söylüyor. E elden bir şey gelmez, ki Okluk da boru değil yani eşsiz yerlerden biridir, değil Gökova’da bizce tüm dünyada…

Kaderimize razı olup, mezelerimizi, rakımızı ve balığımızı söyleyip blog yazmaya karar veriyoruz. Umuyoruz ki bir okuyan da olur bunları bir gün....

Ancak aklınızda olsun ki Denizkızı Kaptan Restaurant, her ne kadar kendilerince sebepleri ve açıklamaları da olsa, bizce hiç de makul bir yer değil. İki kişi, 20'lik rakı, birkaç meze ve iki çupraya 250 lira veriyoruz. Bir Adana Kebap da yeseniz, menemen de, ya da bir salata; hepsi 25 lira!! Mezelerin her biri 8 lira.