29 Aralık 2011 Perşembe

Selimiye

19.08.2011

Yazın zirve yaptığı bugünlerde adı bilindik her yerde, aynı güruh her gün aynı yerlere sürüklenip, şehirsel alışkanlıklarını ve kollektif yaşam geçirme aktivitesini idame ettirirken yeter diyesi gelir insanın; çok üstüme geliyorsunuz. İşte öyle zamanlardan birinde biz de kaçıp, listemizde olup da bugüne kadar henüz görmediğimiz yerlerden biri olan Selimiye yoluna düşüyoruz. 

Daha önce hem karadan hem de denizden, Hayıtbükü ve Knidos'a kadar birçok yerini gördüğümüz Datça Yarımadası, kuzeyinde Gökova güneyinde Hisarönü Körfezleri ve sayısız koyları ile Türkiye'nin en güzel köşelerinden biridir, belki de en güzeli. Marmaris'ten sonra yol dağlardan ve mis kokulu çam ormanlarının arasından kıvrılarak devam eder. Ve her viraj heyecan vericidir, ki arkasında ya muhteşem bir Ege veya Akdeniz manzarası, ya da kendi ürettikleri çeşitli tatlardaki balları sıcak tandır ekmeği ve tereyağı ile tattıran köylülerin yaşadığı, üç beş evden oluşmuş köy bile denemeyecek kadar küçük yerleşimler görürsünüz. İşte bu dar, virajlı ve uzun süren yollar biz safa pezevenklerini, güzel şeyleri taktir etmeyi bilen ve arayıp bulan insanları çekerken, bu yeryüzü cennetini yok edici kitlelerin istilasından koruyup bir çok yere kıyasla bakir kalmasını sağlamıştır. Ancak bu gidişimizde, Marmaris yakınında yolda karşımıza çıkan canavar makineleri ve yol çalışmalarını görünce kan beynimize sıçradı bir anda, zaten vakit akşamı geçmiş ve hala ilk rakımızı içmemişiz; bütün güzel duygularımızı ve Marmaris'ten ötedeki yola dokunmamaları konusundaki dileklerimizi dağarcığımızdaki en özel kelimelerle ifade edip yolumuza devam ediyoruz. 

Selimiye'ye gelen herkes böyle mi hissetti bilmiyoruz tabii ama masallardaki gibi bir büyülü kapıdan başka bir boyuta geçmiş gibiyiz biz. Tartışmasız olarak karada gördüğümüz en müstesna yer burası. Önüne ne sıfat koysak, arkasındaki cümleyi nasıl bağlamaya çalışsak da burada hissettiğimiz huzuru tarif edemiyoruz. Bütün insanlar bir yana, ağaçlardaki kuşlarından sokaktaki kedi köpeğine kadar herkes gizli bir anlaşmanın tarafıymış gibi, en ufak bir gürültü yok, söylenenleri anlıyorsunuz ama sesleri duymuyorsunuz adeta, müziği bile kulağınızla değil sadece yüreğinizle duyuyorsunuz burada. Selimiye'de zaman duruyor bizim için.

İlk şaşkınlığımızı atıp otelimize yerleştikten sonra yemek için yer ayırttığımız Girit Restaurant'a gidiyoruz. Burası aslında aynı zamanda 4 odası olan bir pansiyon, ancak çok önceden ayırtmazsanız yaz sezonunda oda bulmak imkansız gibi birşey. Deniz kenarında beyaz kireç boyalı, çivit mavisi pencere ve kapı çerçeveleri ve bahçede begonviller altındaki ahşap masalarıyla iç ısıtıcı bir atmosfere sahip. Bir çok zaman olduğu gibi ilk gelenler biziz ve hala masaları hazırlamaktalar akşam için, deniz kenarındaki bir masayı hemen bizim için hazırlayıp ilk 35'liğimizi getiriyorlar. Oturduğumuz masanın hemen önünde tonoza bağlı tekneler var, ki bunlardan ikisi de pansiyona ait ve bunlarla yelken eğitimi ve kiralama hizmeti de veriyorlar isteyene, rüya gibi bir yer. İşletmeci Merih ve mutfakta leziz meze ve sıcakları hazırlayan sevgili eşi evimizde gibi hissettiriyorlar bize kendimizi. Selimiye'deki her 3 akşamımızı da burada geçiriyoruz. Kalabalık artıp da yoğunlaştığında ufak isteklerimiz için rahatsız bile etmiyoruz artık kimseyi, mutfağa girip fırından yeni çıkmış ekmeği kendimiz dilimliyoruz ya da buzumuzu kendimiz dolduruyoruz. Yediğimiz mezeler, ahtapot ya da balık için söyleyecek bir söz ya da bir yorum yok, gerek de yok aslen, zira burada tattığımız bütünlüğü kelimelerle ifade etmeye çalışmak dahi sadece yaşanabilecek bir güzelliğe ihanet gibi geliyor.

20.08.2011

Ertesi gün en mutlu sabahlarımızdan birine uyanıp otelimizin önünde biraz yüzdükten sonra güneydeki Bozburun körfezini keşfetmeye karar verip yola çıkıyoruz. Kıvrılan yollar bizi kekik kokularının arasından Bozburun'a ulaştırıyor. Burası gulet yapımıyla ünlü 2500-3000 nüfuslu büyükçe bir kasaba, sakin ve şirin olmakla birlikte pek bize hitap eden bir yer değil. Biz de fazla durmayıp biraz dolaştıktan sonra asıl hedefimiz olan Söğütköy'e çeviriyoruz yönümüzü.

Söğütköy aslında yüksekçe bir tepenin üzerine kurulmuş bir köy, fakat yaklaşık 4 km. dar bir yoldan ulaşılabilen ve iskelesinin de bulunduğu kıyı mahallesi bizim asıl gitmek istediğimiz yer. Vakit öğlene yaklaşırken methini çok duyduğumuz Ahtapotçu Mehmet Usta'yı buluyoruz. Kendisi ahtapot, kalamar ve balık ustası aşmış bir adam! Mekan küçük ama salaş ve bizce kusursuz. Bahçedeki ağacın altındaki birkaç tahta masadan birine kurulup öğlen rakımızı, peynir ve mezelerimizi söylüyoruz. Arkadaki bahçede yetişmiş domates ve salatalık ise ayrı bir lezzet. Ve tabii olmazsa olmazı Mehmet Usta'ya özgü 'lokum' da bir süre sonra masamızdaki yerini alıyor, ve adının hakkını verircesine adeta eriyor insanın ağzında. Hiç alışık olmadığımız tarzda hazırlanmış bir ahtapot yemeği; uzun süre haşlanıp hafif ızgara edilmiş, bol zeytinyağının içinde yeşil soğanla servis ediliyor, yumuşacık ve çok lezzetli. 


Masada tabakların altına konan kağıtlarda yazan aşağıdaki dizelerden ahtapotumuzun hikayesini de öğreniyoruz;
----------------
üçüncü günüydü o alışılmadık meltemin!...
nefes aldırmıyor, gece dahil saklandığı delikten burnunu çıkartmasına da izin vermiyordu
söğüt yapımı piyade 'derbeder'in...
ne ağ atmak mümkündü ne de 'bırakma'ları yerlerine yerleştirmek
işin kötüsü, akşama döneceğini düşünerek çıktığı bu gündelik balık avı uzadıkça erzak da tükeniyordu...
az su, az da ekmek kalmıştı azık...
tam da o sırada, sığındığı daracık girintinin dibinde bir karaltı çarptı gözüne mehmet'in
yakından bakınca tanıdı; koca bir ahtapottu kayaya yayılan...
eh, mehmet sonunda ölümlü bir canlıydı ve saint pierre'e özenemeyecek kadar da açtı
çoluk çocuğu keza, daldı, yakaladı ahtapotu sırtından ve hemen ters çevirdi...
şükrederek temizledi, yarısını ekmek bekleyen çoluk çocuğa ayırdı, kalanını pişirmeye hazır hale getirdi...
hemen arkasındaki kayalıktan sıçrayarak karaya çıktı ve dağdan bolca lezzet verici otlar, kara kekik, adaçayı topladı...
onlarla tatlandırdı tanrı'nın o nimeti ahtapotu, kayıkta kalan az sızma zeytinyağını da kullanarak..

işte bugün yediğiniz ahtapota ilişkin reçete böyle doğdu...
bin kere nimet bahşedene...

--------------------

Nevi şahsına münhasır bir insan Mehmet Usta; yaşadıklarının ve sevdiği bir işi yapıyor olmanın huzurunu yaşadığı hissediliyor yüzüne baktığında. Gözü denizde bütün gün o ağacın altında oturuyor, mutfakta olduğu zamanlar hariç, çayı ve sigarası hiç eksik olmuyor. İki sene önce bırakmak zorunda kalmış çok sevdiği rakıyı, sağlık sebeplerinden ötürü. 'İlk defa' diyor bir ara bize dönerek, 'keşke oturup bir duble içebilsem dedim sizi görünce, o kadar güzel, o kadar keyifli içiyorsunuz ki imrendim. Allah bozmasın.' Ne denir ki bu söze?
Yine görüşebilme umuduyla vedalaşıp ayrılıyoruz Mehmet Usta'dan. Rakı, huzur, mutluluk rehavetiyle bir iki saat uyuduktan sonra otelimizin plajında akşam gün batarken yeniden başlıyoruz rakı keyfimize. Balıktan dönen kayıkların pancar motorları ve uzaktaki camiden gelen ezan sesi koyda yankılanarak büyüleyici bir fasıla dönüşürken, en keyifli muhabbetlerimizden birini edip, devam etmek üzere Girit Pansiyon yolunu tutuyoruz.

Ertesi günü de gayet keyifli bir tekne turunda geçirip son akşam yemeği için değişmez yerimize gidiyor ve dostlarımızla vedalaşıyoruz. Rüya gibi bir zamanın daha sonuna geldik, nicelerini yaşamak dileğiyle. Sevdiğinizi yanınıza alıp Selimiye'ye gidin mutlaka bir gün, yaşamazsanız çok şey kaçıracağınız bir tecrübe. Burada mutlu olmayanı dövüyorlar yalnız, haberiniz ola!



'The fishermen know that the sea is dangerous and the storm terrible, but they have never found these dangers sufficient reason for remaining ashore.'

Vincent Van Gogh

26 Aralık 2011 Pazartesi

Göcek Koyları

03.09.2011

Dün Meis'ten ayrılıp Soğuksu'ya kadar olan yolculuğumuz çok uzun ve yorucuydu. Arada verdiğimiz birkaç yüzme molasının en keyifli anlar olduğu 12 saatlik bir yolculuktan sonra akşam karanlık basarken Soğuksu'ya vardık. Aynı yerde aynı güzellikte akşam keyfimizi yaptıktan sonra da uyumadık, adeta bayıldık.

Sabah erken kalkıp buz gibi suda yüzdükten sonra saat 9 gibi bir sonraki hedefimiz olan Tersane Adası'na çevirdik rotamızı. Rakı ve buz hasretiyle, ve başlama saatimizi biraz geçirmiş olarak saat 1 gibi adanın kuzeybatısında aynı adla anılan koya vardık. Burada koyun iki yakasına da kıçtan kara olabileceğiniz gibi, adadaki tek restaurantın iskelesine de bağlanabilirsiniz. Su çok güzel, hava da sıcak olduğundan yüzerek gitmek üzere açıkta bağlanmayı tercih ediyoruz biz.



Susuzluğumuzu gidermek için kıyıdaki tek restauranta çıkıp bir 20'lik ve birkaç mezenin yanı sıra bir de köfte söyleyip kendimizi çardağın gölgesine bırakıyoruz. Bir ailenin işlettiği oldukça şirin bir yer burası, lezzetli olduğu gibi taze de herşey. Meze için patlıcanları biz gittikten sonra közlediler, yanında da fırından yeni çıkmış sıcak köy ekmeği; insan daha ne isteyebilir ki?

Sonra, her güzel yere olduğu gibi, içimiz biraz buruk buraya da veda edip geceyi geçireceğimiz Taşyaka Koyu'na doğru seyre koyuluyoruz. Seyir dediysek de 1 saat sonra varıyoruz oraya. Burası da harika bir koy, ve tekne sayısına bakıldığında birçok kişinin aynı fikirde olduğunu anlamak zor değil. Burada da tek restaurant var kıyıda, iskelesine bağlanıp çarşaf gibi denizde biraz yüzüyor ve dinleniyoruz. Akşamın rengi karşı kayalıklarda kızıla dönerken de Nomad Restaurant'a çıkıyoruz. Burada da herşey Soğuksu'da olduğu gibi fix menü ve son derece tatmin edici. Herşey çok güzel ancak yarın karaya dönecek olmanın verdiği hüzün ve huzursuzluk az da olsa üzerimize çöküyor. Bir de 20'lik Ala Rakı söylüyoruz gecenin sonunda, ilk defa denemek için; gayet başarılı buluyoruz ve bu güzel içkiyle, şeker gibi bir Eylül akşamında, bir sonraki sefere daha çok zamanı denizde geçirebilme dileğiyle bitiriyoruz bu muhteşem tatili.





Kestim kılıcımla karanlığını dibin 
Yakamoz içinde bıraktım suları 
Ah aysız gecelerde olur ne olursa 
Sırtımda bir zıpkın yarası 
Alın beni mor kuşaklı bir takaya götürün 
İri gözlerimde keder 
Kılıcımda hüzün 
satın beni, satın beni 
Rakı için 


Halim Şefik Güzelson

23 Aralık 2011 Cuma

Kaş - Meis

01.09.2011


Sabah 9'da kumanya ve buz temin ederek yaklaşık 15 mil mesafedeki Meis'e doğru yola koyulduk, hava kalık ve motorla yol almaktayız.Nasıl olsa yeterince zamanımız var diyerek arada hoşumuza giden ıssız koylarda yüzmenin tadını çıkarıyoruz . Ancak Yunan kara sularına girmek üzereyken fark ediyoruz ki, teknede var olduğuna inandığımız Yunan bayrağı kayıp; ne kadar arasak da  bulamıyoruz. Mecburen rotamızı bayrak temini amacıyla Kaş'a çeviriyoruz .


Kaş Limanı, bu saatte bütün tekneler tura çıkmış olduğundan oldukça boş. Bayrağımızı alıp hemen yola çıkmak niyetiyle limanın doğu tarafına yanaşıp bağlanıyoruz. Tam bağlandığımız yerin önündeki daha önceden lezzetine varmış olduğumuz  Mercan Restaurant "gelmişken Kaş'ta da bir duble içmeden gitmek olmaz " dediriyor.



Biz bir 20'lik rakı ile kavun peynire takdirlerimizi sunarken, garsonlardan biri de bizim için bayrak alma işini üstleniyor, servis eksiksiz. Bir de üzerine her iki tarafımızdaki masalarda oturan iki ayrı çiftin içimizdeki psiko-sosyal analiz şeytanı / ilişki terapistini çıkarması oldukça keyifli bir saat geçirmemizi sağlıyor. Varlığımıza şükredip saat 3'te yeniden Meis yoluna düşüyoruz. 

Saat 4.30 gibi, arada yine kısa bir yüzme molası verdikten sonra, Meis'e varıyoruz. Meis, yaklaşık 400 kişilik bir nüfusa sahip, yerleşim olan en küçük Yunan adası. Biz de ilk görüşte aşık oluyoruz bu şirin adaya.



En yakın Yunan adası 70 mil uzaktaki Rodos olduğundan, ada sakinleri Yunan dostlarımız  neredeyse bütün ihtiyaçlarını günü birlik gittikleri 4 mil mesafedeki Kaş'tan karşılıyorlar. Aynı şekilde Kaş'tan gelen ziyaretçiler de bu küçük adanın önemli gelir kaynaklarından birini oluşturuyor. Yunan bayrağını direğe çekip koya girdiğinizde hiç kimse ne pasaport ne başka birşey sormuyor ve doğrudan gidip sahildeki restaurantlardan birinin önüne bağlanabiliyorsunuz. Biz de begonvillerin çevrelediği mavili beyazlı renkleriyle bizi kendine çeken Lazarakis Restaurant'ın önüne bağlanıyoruz.


 Saat 5'te ufak bir şişe Ouzo söyleyip, kalamar, karides, ahtapot, peynir, zeytin, bizim haydariyi andıran yoğurtlu bir meze ve kızarmış hellim peynirinden oluşan menümüzle Meis keyfimize başlıyoruz. Ouzo, her ne kadar rakıya yakın bir içki olsa da rakı özlemimizi gidermek  ve damak zevkimizi doruğa ulaştırmak için yeterli olmuyor.. O yüzden biz de her zamanki gibi tedbirli davranmış  ve yanımızda pet  şişede 35'lik getirmiştik. Rakızadeyi ve ouzoyu bitirip saat 8 gibi insanlar yeni gelmeye başlarken biz 50 Euro tutan hesabı ödeyip, keyfimize teknede devam etmek üzere kalktık.




Teknede bendeniz denizkızı yoğurtlu patlıcan üstüne kocaman bir kap eroin hazırladım ve karada ki restaurantlardan gelen rembetiko eşliğinde rakımızla yeniden keyifle bütünleştik.



Saat 11 gibi gayet mutlu ve biraz da çakırkeyif bir halde yürüyüşe ve dondurma almaya karaya çıktık. Ertesi sabah, burada yaşananların verdiği huzurun çok kısa ama ruhumuzun bir parçasını bırakmamıza yetecek kadar harika bir günden sonra  geri döneceğimize söz vererek Meis'e veda edip Soğuksu'ya doğru yola çıktık. İçimiz buruk... Biz  şimdiden çok özledik Meis'i.



"Öyle çok yanar ki canın, dünyadaki bütün suçları işlediğini sanırsın....''
  Fiddler On The Roof






21 Aralık 2011 Çarşamba

Foça Balıkçısı

04.12.2011

Günlerden Pazar puslu mu puslu, yağdı yağacak bir güne uyanıyoruz. Can bu işte gene keyif gene buzlu beyazını çekiyor. Sabahın 10 unda okumuz haritadaki yerini bu sefer Eski Foça'nın üstüne hedef alıyor.. 40 dakikada ışınlanıveriyor ve kendimizi  pancar motor balıkçıları çevreleyen restorantların orada buluyoruz. Foça yerlileri ve hafta sonu için gelen aileler kahvaltılarını yer ve çaylarını yudumlarken biz her zamanki gibi günaha girmeyi seçenlerdeniz. Henüz tüm balık restorantlarında  temizlik yapılıyor durumdayken güneşin en çok ısıttığı Foça balıkçısını seçip huşu içinde yayılıyoruz. Garsonların şaşkın bakışlarına aldırmadan ve nispet yaparcasına 35'lik arkadaşı, peynir ve mezelerimizi sipariş ediyoruz…Rakı o gün daha bir farklı geliyor, günahtan çok sevap hanemiz işliyor sanki.. Mezeler oldukça lezzetli, ardından 5-6 adet tekir ve kalamar oldukça yağsız ve sağlıklı. Her ikiside  lezzetin doruk noktası olarak rakı ansiklopedimizdeki yerlerini alıyorlar. Rakımızın son yudumlarını alırken “öğleden sonra nerede devam etsek“ sorusuyla hesabı ödeyip arabamıza doğru neşe içinde yol alıyoruz.

Taka Balık'ta ara taksimi

20.12.2011

Hep güneşli günlerde mutlulukla içilmez tabii ki rakı. Araya çeşni de katar hayat bazen ki neyin kıymetli olduğunu daha iyi anlayabilelim. Bulutlar elinle uzansan dokunacak kadar inmiş körfezin üzerine, günü geceye çevirmiş, denizin rengini fümeye; boşaldı boşalacak. Kaçırmamak lazım, kaçmak da lazım şehrin keşmekeşinden.

İzmir'de yaşamanın en büyük nimetlerinden biri olsa gerek kısa zamanda çok uzağa gidip mekan değiştirebilmek. Düşüncenin kafamda yer etmesinden yarım saat sonra Sahilevleri'ndeyim. Balıkçı barınağına vardığımda hafiften çiselemeye başladı, gök gürültüsü ve şimşekler birazdan inecek sağanağın habercisi. Masaların etrafında dolaşıp yemek beklemesine alışkın olduğumuz kediler karadaki teknelerin altına sığınıyorlar aceleyle.


Taka Balık, Sahilevleri'ndeki birkaç yerden biri ve tabii ki salaş, mütevazi bir yer ama tazelik ve lezzet son derece tatmin edici. Rakıcı mekanı; dört başı mamur sıcak yemek ağırlıklı yüksek beklentileriniz yoksa her zaman gidilebilecek bir yer. Bir de ortadaki sobayı kaldırıp yerine gazlı çirkin ısıtıcıları koymasalarmış daha da iyi olurmuş aslında. 

Rakı ve mezeleri söyleyip oturduğum anda da başlıyor böyle zamanların en güzel melodisi; plastik yan duvarların fırtınanın zorlamasına direnirken çıkardığı acı namelere çatıyı döven damlalar eşlik ediyor. Birkaç erkenci daha var benim gibi ... Zeki Müren'in namelerinin  duyulmasıyla tüm  konuşmalar bıçak gibi kesiliyor ve  o büyülü sessizlik hakim oluyor havaya . Bütün eller kadehlere gidiyor ve kaldırılıyor, kim bilir nelere? Kimisi eşlik ediyor şarkılara, kimisinin gözü uzaklarda, ve yine kimisi kim bilir kiminle konuşuyor o an orada olmayan. Bazen insan yalnız görünsede sıkılmaz çünkü aslında "o" o anda , o yerde yalnız değildır ; zoraki muhabbet edeceğin birisiyle rakı  içmektense her zaman kendi özüyle olmak huzur verir insana. Bir sen söylersin bir o söyler, yüzünüz güler kimi anılarda, ağlarsınız da belki bazen.

En sevdiğiniz şarkı başlar sonra, mırıldanırsınız ve bitmesini istemezsiniz . Hep o çalsın istersiniz ama olmaz, son mısrayı uzatırsınız en azından ya da tekrar tekrar söylersiniz sessizce ama fasıl ara taksimine geçmiştir bile, siz ne yapsanız da bir sonraki şarkı başlayacaktır birazdan, başkalarını mutlu etmek üzere.



'İşte o lafı etme Halil'
YYRR

20 Aralık 2011 Salı

Kalkan...

31.08.2011

Sabahın erken saatlerinde Soğuksu'da  bir motor sesine uyanıyoruz. Koya günde iki kere uğrayan pancar motorlu bir balıkçı kayığı, demirlemiş teknelere bahçelerinde yetiştirdikleri meyve ve sebzelerin yanı sıra taze köy ekmeği servisi yapıyor. Başka ihtiyaçlarınız da varsa, bir önceki akşamdan söylerseniz onları da tedarik ediyorlar. Biz de siparişimiz olan sıcak köy ekmeği ile domates, salatalık ve peynir alıyoruz.

Yola çıkmadan önce bir kez daha yüzmek için kendimizi suya bırakıyoruz. Soğuksu, adını dağlardan koya akan bir kaynağın, özellikle denize döküldüğü yerde suyu buz gibi yapmasından alıyor. Kimi yerlerde de suyun altında akıntıyı hissedebiliyorsunuz; yazın son derece ılık olan suda yüzerken bir anda buz gibi bir akıntı vücudunuzu okşuyor, çok keyifli.

Sabahın erken saatleri olduğundan henüz rüzgar yok ve motorla bir sonraki durağımız olan Kalkan'a doğru yola çıkıyoruz. Ancak hayli azalmış olan rakı stoğumuz ve yolun uzunluğunu da düşününce bu durum  bizi tedirgin ettiğinden yolda tedariğine karar veriyoruz. İlk düşüncemiz olan Ölüdeniz'deki yoğunluk, giriş-çıkış ve demirlemede geçecek zaman yerine Kabak Koyu'nda mola vermeye karar veriyoruz. Vardığımızda Kabak Koyu kaba dalgalı olduğundan ve taban da pek güven vermediğinden oldukça açıkta demirleyip uzun bir yüzüşten sonra karaya çıkıyoruz.


Yaklaşık üç sene önce son gördüğümüzden beri yeni bir tesis açılmış kıyıda.Aslına bakarsanız bakir ve güzelim koyu mahvetmişler de diyebiliriz. Burada  her türlü imkan var ancak marketlerinde rakı satmadıkları için bardan 44 liraya bir 35'lik alıp onuda torbaya atıp, bileğimize bağlayıp bizi dibe çeken mavi kabak sularında  teknemize dönüyoruz. Kabak Koyundan  çıktıktan sonra bugüne kadar ki en iyi hava bizi karşılıyor. Kuzeyliyi arkamıza alıp her iki yelkeni de basarak en keyifli seyirlerimizden birini yapıyoruz. 





Yaklaşık 4 saat yelken seyriyle, oldukça yorgun ve biraz buz bitmesi paniği de yaşayarak Kalkan'a varıyoruz. Kalkan'da geceliği 40 liraya belediyenin marinasında demirleyebiliyorsunuz.



Kalkan, dar ve yokuşlu sokakları, ve bozulmamış mimarisiyle çok şirin bir yer ancak içerisinde göze çarpan bir yer olmasa da çevresinde yer alan çok sayıda turistik tesisin etkisiyle tüccar zihniyetinin hakim olduğu, şişirilmiş fiyatlar ve ısrarcı servisten rahatsızlık duyulan bir yer. İlk olarak oturduğumuz Sunset isimli mekana fazla tahammül edemeyip 3 meze ve 35'lik rakıya 120 lira ödeyerek kalkıyoruz. Canımız sıkkın ama bir misyonumuz var; illa ki burada da bize hitap eden, lezzetli yemekleri ve taze mezesi olan salaş bir yer vardır. Ve evrene olan rakısal sadakatimiz yine ödüllendiriliyor, esnafa ve sokaktaki insanlara sorarak İstanbul Restaurant'ı buluyoruz. 



Begonvillerle çevrili salaş ama çok temiz bir yer. Mezeleri taze, levrek harika; yediklerimizin içinde en iyilerinden biri, hatta resim gibi ve insanlar da  ayrı bir güzel.




Mutlaka gidilmesi gereken bir yer. Muhteşem  zaman geçirip bir 35'likle daha vedalaştıktan sonra kalkıyoruz. Bu saatte artık Kalkan sokakları iyice kalabalıklaşmaya başlıyor. Yorgun geçen günün sonundaki rakı keyfiyle ve yumuşak Akdeniz akşamının da etkisiyle daha da hafifleyen ruhlarımızı tekneden önce son bir içki için Coast Bar'a taşıyoruz. Çok keyifli bir Mojito - Long Island Ice Tea düetinin ardından mutlu bir şekilde uyumak üzere teknemize dönüyoruz.




'Bu rakı var ya bu rakı
Seninle içerken güzel
Kimler olursa olsun varsın
Rakılı ağzından öpmek en güzel'

Aziz Nesin

19 Aralık 2011 Pazartesi

Soğuksu..

30.08.2011

Yakamoz koyunda sakin bir sabaha uyandık, biraz yüzüp hazırlıklarımızı tamamladıktan sonra Ölüdeniz rotasında daha çok  motorla, arada bir kendini gösteren rüzgarın da desteğini almak için cenovayı da açarak yola çıktık. Dört saat kadar süren bir yolculuktan sonra yaklaşık yirmi mil güneydoğudaki Gemiler Adası'na vardık.

Adanın kuzeyi, neredeyse bütün mavi tur teknelerinin konaklama yeri olduğundan özellikle bu mevsimde büyük teknelerin işgaline uğramış çok kalabalık bir yer. Adanın batısında ana karada önünde plajı olan ve hoş görünen birkaç restauranta doğru çeviriyoruz yönümüzü, ve böyle yerlerde alışılageldiği üzere hemen bir bot yaklaşıp kıçtan kara olmamıza yardım edip bizi karaya çıkarıyor. Uzaktan görünen hoş ve salaş görünüşünün aksine rezalet bir yer; elektrik ve su olmadığı gibi buz da olmadığı için, 'keşke hiç söylemeseydik' dediğimiz rakımızı ılık içmek zorunda kalırken, içimizde durumun daha da kötü olacağı hissi oluşuyor ve yanılmıyoruz da. İki duble rakı ve iki dilim peynir ile söğüşe seksen lira gibi inanılmaz bir fiyat talep ediyorlar. Konu hakkındaki hislerimizi küfür dağarcığımızda cimrilik etmeden belirtip kırk lira daha hafiflemiş bir şekilde ayrılıyoruz.

Ama "gökkuşağının oluşması için önce yağmur yağması gerekirmiş" denir, bizim de gökkuşağımız yaklaşık bir saat süren yoldan sonra "Soğuksu" koyu oluyor. Burası, bütün seyir boyunca gördüğümüz en güzel koylardan birisi. Koyun tamamında kıyıya iki metre kalana kadar yaklaşıp kıçtan kara olabiliyorsunuz. Su oldukça derin olduğu için demir halatınızı uzun tutmakta fayda var.


Burada da karaya bağlanmamıza yardım etmek için, tepedeki restauranta ait bir bot yanımıza geliyor ve
gezimizdeki en ilginç karakterlerden biri olan Ergün'le tanışıyoruz. 
Ergün, askerden dönüşünü kutlamak için denize açıldıkları bir gece, balık avlamak için kullandıkları dinamitin erken patlaması sonucu bir elinin tamamını diğerinin ise iki parmağını kaybetmiş 25'li yaşlarında güneşten tupturuncu olmuş bir genç. Buna rağmen yaşama sevincinden ve yüzündeki gülümsemeden hiçbir şey kaybetmemiş ve o haliyle bile  kullandığı bota ve halatlara olan hakimiyeti hayranlık uyandırıcı. Bize yukarıdaki restaurantın saat yedide açılacağını söylüyor, ancak o zamana kadar henüz birkaç saat vakit olduğundan teknede buz kalmamış olması bizi bir an paniğe sevk etse de Ergün bu sorunumuza da çözüm buluyor. Biz de takas yöntemi, buzu alıp votkalı pembe kokteylimizi kendisiyle paylaşarak teşekkür edip teknede başlıyoruz Soğuksu keyfine. 

Akşam saat yediye yaklaşırken Ergün bizi botla karaya çıkarıyor, ilk müşterileri bizdik restaurantın ama bu başımıza ilk defa gelmediği için çalışanların şaşkın yüzlerini de pek yadırgamıyoruz. Bize ayrılan masaya oturup rakımızı söylerken karşımızda mangal ateşi hazırlanıyordu. 

Burada mangal için kömür kullanmıyorlar, korlaşana kadar dışarıda yaktıkları odunları mangala koyup onun üzerinde hazırlıyorlar ızgaraları. Ve ızgaraları demişken; yediğimiz en leziz, en taze yemeklerden biriydi. Fix menü çalışıyorlar ama herşey özenle hazırlanmış ve çok cömert porsiyonlarla sunuluyor. Dört beş çeşit soğuk meze ve bir ara sıcağın yanı sıra seçeceğiniz bir ızgara (tavuk, balık, et) için kırk lira, içtiğiniz içkiyi ise ekstra ödüyorsunuz. Bir otuzbeşlik rakıya otuz lira ödedik ve hayranlıkla şaşkınlığımızı saklamaya çalışarak işletmeci Ali Bey'e iltifatlarımızı sunup, en güzel gecelerimizden birini geçirmiş olarak teknemize döndük.


Soğuksu Restaurant, Ali Bey 0533 811 05 59

17 Aralık 2011 Cumartesi

Yakamoz

29.08.2011


Yaşasın Göcek'teyiz... Hava kararmaya yakın olmasına rağmen karada bir an daha geçirmeye tahammülümüz yok, kumanya alışverişini tamamlayıp (rakı, peynir, yoğurt, su, hıyar) en yakın koyda demirlemek üzere kaçar gibi çıktık marinadan.  Göcek'in yaklaşık 2 mil güneyinde Göcekada'nın batısında isimsiz bir koyda tonoza bağlandık. Sessiz gecede yıldız dolu gökyüzü muhteşem huzur vericiydi, ikinci kadeh rakıdan sonra kendimizi suyun kollarına bıraktık ve Yakamoz!!!! İlk gece çarpıldık mucizevi birşey.. Vücudun karıncalanması gibi birşey ama tek fark bunun ruhuna olması  ve karıncaların yerini de binlerce sualtı yıldızının alması. Yakamozun ayın denizdeki aksi olduğunu düşünenlere duyuru, belki de hayal kırıklığına uğrayacaksınız ama; nedense herkes yanlış bilir, yakamoz, Ay ışığının suya, denize vuran yansıması değildir. Yakamoz aksine Ay olan gecelerde olmaz. Yakamoz, su altı karanlıklarında yaşayan yıldızların ruhunuzda dans etmesidir.  






Yağmur yağar ıslanırsın 
Güneş doğar kurumazsın 
Ay ışığı de durursun 
Yakamozsun sen